subrender’a tekrar hoş geldin.
Uzun bir ara verdik, ama zamanın nasıl da algısal olduğunu daha iyi anlatıyor bana, hiç zaman geçmemiş gibi hissetmek. Yazı bunu sağlıyor, ya da genel olarak iletişim; görsel, sonik. İletileni sindirmek bize ulaştığı anda tamamlanmıyor, başlamıyor bile belki, bir sürece yayılıyor, ve bu süreç zamandan bağımsız. Burada kurduğum iletişimin, araya boşluklar girse de sürekli olduğunu hissediyorum, şimdiye dek yazdıklarımın bir anlatı oluşturduğunu, ve anlatıların da üstünden zaman geçse de bir yerlerde büyümeye, ya da en azından var olmaya devam ettiğini.
Yavaş ve farkındalıkla, yavaş ve farkındalıkla. Bugün kendime bunu tekrar ediyorum. Son yıllarda yaşadığım çıkmazlardan belki en büyüğü kendime değil, benden beklenildiğine inandıklarımı istemek. Artık doğru dürüst isteyemiyorum bile onları, fakat asıl istediklerime alan açmak da kolay gelmiyor. Şimdi bu cümlelerim bana yol göstermekte; istemediklerini çıkar, yer kaplamasınlar. İstediklerine alan açman için bu yeterli.
—
Sessizlik zamanları, anlatıya dahil. Hatta o boşluklar benim için asıl gerçek. Devamlılık ve süreklilik farklı bir anlam ifade ediyor, her gün aynı şeyleri yapmak değil, içsel bir bütünlük yakalamak. Bunu kendi içimde kabul etmekte zorlanıyorum, çünkü toplumun yaşayışı ve beklentileri bunun tam aksine. Olduğum gibi var olabilir miyim, diye sorguluyorum. Hem doluluk anlarında, hem boşluk anlarında nasıl var olurum, bir kabul halinde mi, bir gerilim mi?
Geçtiğimiz gün Dila ile çalışma sırasında (her şeyi anlamlandırma, anlama, ifade etme, çağrışımlar yakalama, bağlamlar kurma) ilişkilerle ilgili bir bölüm hakkında yazıyorduk. Anne ile kız ilişkisi. Diyalog, climax noktasıydı, ve bir yandan düşünür bir yandan yazarken şöyle bir anlam hissettim: içselleştirmemek, ilişkide olabilmenin ana koşullarından biri. Ben, yapım gereği, içselleştiren bir insanım. Duyduklarımdan, düşünülenlerden çok etkileniyorum. Bu da bazen bağ kurmayı çok kolaylaştırsa da bazen kopuşlara neden oluyor. Toplumla ilişkimiz de aynı bağlamda düşünülebilir. Toplumun beklentilerini, var oluşunu, birlikte oluşunu içselleştiriyorum. Bazen gözleme dayanıyor bazen direkt bir bilgi, ama toplum kanıma giriyor. Çözülecek olan şey benim içimde yani, elbette.
Bu bültende Kanada sürecimi de ele almak istiyorum, toplum yapıları farklılık gösterse de yapıcı ya da yıkıcı olması bireysel bir inanç, karar, davranış, farkındalık.
Bir de, bahsedeceklerim, herkesin kendinde yeterince bulabileceği şeyler olacak mı bilmiyorum. Bu benim için daima önemli; anlamlandırma biçimim ilişkilendirmekle çok ilgili. Yine, en kişisel olanın evrensele en yakın olduğu inancıyla, kişiselden evrensele, içimde uzundur fermente olanları; köpüklü, belki bazen kontrolsüz, taşan, sakinleşen bir yapıda paylaşacağım.
。。。
Bana bir şey oldu. Artık eskisi kadar hırslı değilim. Artık eskisi gibi her şeyi aynı anda istemiyorum. Ve bu o kadar büyük bir değişiklik ki benim için; yerli yerine oturana kadar bir süre sarsacak beni gibi, çünkü elimde bile değil. Fakat çok doğru hissettiriyor. Sonuçlara takılı kalmadan içimden geleni üretme ve paylaşma ihtimali, hayatı benim için en doğru yaşama biçimi gibi hissettiriyor.
Bir ara kendime şöyle bir not almışım, “you discover more of yourself in the unknown. went to the unknown. discovered more of myself. and the universe expanded." Ne yaparsan yap, hayatı deneyimleyebildiğin tek yer kendinsin. Yani evren, deneyimin adına, senden ibaret. Kendini keşfetmek, evreni keşfetmek demek. Kendini keşfettiğin her anda, hayat biraz daha farklılaşmıyor mu? Kendinle kalabildiğin anlarda, deneyimin çok başka değil mi?
Bilinmeyen, daima zihnimizin büyük bir parçası. Gelecek, bir zihin ürünü, ve bilinmez. Orada hangi duyguları hissedeceğimiz, ne yaşayacağımız, nasıl tepki vereceğimiz, oradaki insanlar, oradaki durumlar, oradaki hiçbir şey, bilinmez. Hariç: aynı yerde kalmaya çalışırsan devamlı. Ama yine de hariç değil, çünkü bu pek de mümkün değil. Hayat = Değişim. Sen hareket etmezsen de pişman olacaksın, bir şeyi yapmak istiyor da yapmaktan korkuyorsan. Ne kadar korkarsan kork, değişime engel olamazsın. Ne güzel bir teslimiyet.
Değişimi hissediyorum. Daha bir hafta önce kafamı onca karıştıran şey, buhar olup uçtu bile.
—
İçimden bir zamandır “Ben kimim?” diye soruyorum meditasyonlarda. Cevap aramadan. Hayatın verdiği cevap, çok incelikli. Sen olmayan her şeyi elemek.
Bu sıkışıklık hissine girdiğimde bir zaman sonra şunu sordum kendime “Ne anlamam gerekiyor bu durumdan?” ve cevap kendini gösterdi. Kim olduğuma yaklaşıyorum. Var oluş amacıma. Heyecanıma, bildiğime, istediğime, ait olduğuma.
Kaybolmak yolun bir parçası, sessizliğin anlatının olduğu gibi. Kaybolmuşluk hissi, anksiyete; bilinmezden korku. Savaştığın için hayatın daimi gerçeğiyle.
Bu sıralar sohbet aralarında oluşan sessizlik anlarının tadını çıkarıyorum. 1 sene önce, Kanada’dan döneceğim gün, ev arkadaşımla parkın etrafında yürüdük. Her gün gittiğim kafeye gittik ve kafe sahibinin bana sormaya gerek duymadan hazırladığı özel kahvemi* aldım. Camın önünde oturduk ve boşluğa baktık sessizce, ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre.
Durduk. Boşluk (void) ve biz. Sessiz, gözlerimizin hizalandığı bir şeysiz, zamansız. Birbirimizin varlığını hissettik, birkaç saat içinde yokluğunu hissedecektik. Tüm yıl boyunca nasıl da küçücük bir evi ve içine getirdiğimiz her şeyi; tüm duygu ve düşünceleri, haftasonu boşluklarını, yanyana odalarda uyumanın getirdiği derinden paylaşımı, birbirimizin her şeyine kalbimizi nasıl açtığımızı; onun sevgililerine, benim okul arkadaşlarıma, üst katımızda yaşayan ev sahiplerinin acılarına… Tüm bunları hissettik, belki yalnızca birbirimizi, o anki varlığını birbirimizin, gölgelikte kalan masaya vuran rüzgarı, kahvenin tatlı acısını, belki yalnızca sessizliği, ve boşluğu hissettik. Bin cümleye değdi, bin cümleyi sindirdi. Boşluk, doğurdu.
Bu sıralarda da sohbet aralarındaki sessizlik anlarının tadını çıkarıyorum yani, eşik anlarını, gebelik anını, sessizlikte paylaşılan samimiyetin derinliğini. Anlayışı. Yalnızca insanlarla değil, kendimle de, sessizlikte bütünleşiyorum.
*Yulaf sütlü iced flat white, menüde yer almıyordu ve yalnızca cafe sahibi tam istediğim gibi yapabiliyordu. Onu çok seviyorum ve özlüyorum.
—
Kanada’yı, şimdi, olduğu gibi ele alabilmeye başladım. Daha önce deneyimlemediğim şeyleri deneyimlemek adına gittiğimi biliyorum. Bazen mekan değiştirmeden, eşik atlamak çok zor oluyor. Tamamen yalnız olmak, alışık olduğumdan bile daha çok, hatta bu yalnızlığın bir zorunluluk olması, gerçekten zorlayıcı uç bir duygu. Duyguların uçlarına gitmeyi seviyorum, belki de bir yazar olarak. Sınırlar bende güzel açılımlar yaratıyor. Bazen konforu tercih ediyorum, ama çoğunlukla, sınırlarda yürümek zevkli geliyor.
Özledim yani. İşte tek bir kelime. Özledim. Etrafından dolanmaya gerek yok, etrafındaki her duygu ve düşünceyi anlatmaya gerek yok, nereden bu duyguya geldiğimi de. Yeni bir yerle gelen yeni bir rutin yaratma sürecini, ve sonra o rutini yaşamayı, yeni eksenimi keşfetmeyi, gündelik olarak nereye kadar gidip geleceğimi, daha önce tatmadığım yemekleri tatmayı, bambaşka düşündüğüm insanlarla aynı ortamda olmayı, yeni yerleri yeni biçimlerle keşfetmeyi, farklı bir dilde kendimi anlatırken nasıl farklı bir yönümü deneyimlediğimi, farklı insanların anlayış biçimlerini gözlemlemeyi, yeni insanlarla tanışmanın bu kadar gündelik olmasını, insanların birlikte boş zaman geçirmeye can atmasını, başımın çaresine bakmayı.
Zor zamanlar olmadı mı? Çok. Bir kere evden 3 otobüs değiştirerek bir ormana gittim ve ormanın her köşesinde ağladım, yürürken ağladım, otururken ağladım, şelaleye bakarken ağladım, fotoğraf çekerken ağladım. Bir ses kaydı aldım dinlemeye korkuyorum. Tanışıp birliktelikten hoşlanmadığım insanlarla çok zaman geçirdim, çok sıkıldım, her şeyin bir alışma süreci gerektirmesinden çok yoruldum, otobüsü kaçırdığım için annemi arayıp ağladım, kendimi mutlu etmek için denediğim yolların bir işe yaramadığı çok oldu, hayal kırıklıkları ve kalp kırıklıkları yaşadım.
Yani hayat akmaya devam etti. O da en az insan kadar öngörülemez. Ama hatıralarımı önüme koyup, elime alıp, yakından ve uzaktan bakıp, kalbime sokup hissettiğimde, başka hiçbir yerde deneyimleyemeyeceğim, yani sırf orası Vancouver olduğu için deneyimlediğim, acılı da hissettirenleri dahi güzel hatırladığım anlar saymakla bitmez.
Bir arkadaşımın kız arkadaşı, bir boş günümde bana eşlik ediyordu, ve hayatı ne kadar side quest’lerle yaşadığımı söyledi. Genel olarak ilham alıyordu, fakat korktuğunu da görüyordum, çünkü Kanada her ne kadar özgürlükçü gözükse de topluma yönlendirilen kapitalist algı onları da bir ofis hayatına mahkum bırakıyor çoğunlukla. Tanıştığım kreatif insanlar dahil, boş zamanlarında sırf kendisi istediği için bir şeyler üretenlerin sayısı çok azdı. Daha çok sahillerde, ormanlarda, kamplarda zaman geçirdik beraber, bir şeyler üretmektense. Sanırım İstanbul’a dair en çok özlediğim şey de bu oldu; yaratma açlığı, işbirlikleri, potansiyeller. Ve onları o kadar özledim ki, sonunda döndüm.
—
Geçen gün Zeynep’in storysinde görüp bayıldığım bir sözle bitireyim. Kendimize özgür olma iznini sık sık verdiğimiz bir hayata.
“Özgür olmalıyız. Özgürlükse, tutarsız olmak demek.”
Eğer bülten ilgilendiğiniz bir araç değilse aşağıdaki link ile üyelikten ayrılabilirsiniz.
♡ tuşuna basmak bu bültenin öne çıkması için önemli, tıklamayı unutmayın.
İki hafta sonra.
Görüşürüz!
<3
❤️